Bir Baba Dua ediyor
Pulsuz Dilekçe
Sartebus ile Kim'in hikayesi
Sucu
Sultan Murad
İçten Verilen Armağanlar
Hindli Bir Yaşlı Usta
Elma Ağacı
Çocuk
Selahittin Duman
Galip Doğanlar Mağlup Doğanlar
İkinci Sayfa

BİR BABA DUA EDİYOR

Bana öyle bir evlat nasip etki Allah'ım,
Zayıf olduğu zamanları bilecek kadar güçlü, korktuğunu kendisine itiraf edebilecek kadar cesur olsun; şerefli bir mağlubiyette mağrur ve dik kalabilsin; zaferde ise mütevazi ve ve şefkatli olabilsin.
Bana öyle bir evlat nasip etki Allah'ım,
Yapması gereken işler sadece birer arzu olarak kalmasın, seni tanıyan bir evlat olsun ve kendini tanımak bilginin temel taşı olduğunu bilsin
Sana yalvarırım Allah'ım, onu kolay ve rahat yollarda değil, güçlüklerle savaşmanın zevkini duyacağı yollarda yürüt ki, fırtınalarda ayakta kalmayı, ayakta kalamayanlar için de sevgi ve şefkat duymayı öğrensin.
Bana öyle bir evlat nasip etki Allah'ım,
Kalbi temiz olsun, ümitleri yüksek... Öyle bir evlat olsun ki, başkalarına hükmetmeden önce kendine hükmetmesi gerektiğini bilsin, öyle bir evlat ki, geleceğe uzansın ama geçmişi unutmasın.
Ve bütün bunları ona verdikten sonra, yine yalvarırım Allah'ım, yine yalvarırım Allah'ım, ona gülebilme duygusunu ver ki, daima ciddi olduğu halde kendisini fazla ciddiye almasın, ona alçakgönüllülük ver ki daima gerçek büyüklüğün sadeliğini, gerçek zekanın açık sözlülüğünü, gerçek gücün şefkat ve yumuşaklılığını hatırlasın.
Ancak ondan sonra Allah'ım ben, babası “boşuna yaşamadım” diyebileyim.
“General Mc. Arthur’un Babasının duası”
 

PULSUZ DİLEKÇE

Sevgili Anneciğim,Babacığım,

    Bütün duygu ve düşüncelerimi dile getirebilseydim, size şunları söylemek isterdim:
Sürekli bir büyüme ve değişme içindeyim. sizin çocuğunz olsam da sizden ayrı bir kişilik geliştiriyorum. Beni tanımaya ve anlamaya çalışın.
    Deneme ile öğrenirim. Bana ayak uydurmakta güçlük çekebilirsiniz. Oyunlarda, arkadaşlıkta ve uğraşlarımda özgürlük tanıyın. Beni her yerde, her zaman koruyup kollamayın. Davranışlarımın sonuçlarını kendim görürsem daha iyi öğrenirim. Bırakın kendi işimi kendim göreyim. Büyüdüğümü başka nasıl anlarım?
Büyümeyi çok istiyorsam da ara sıra yaşımdan küçük davranmaktan kendimi alamıyorum. Bunu önemsemeyin. Ama siz beni şımartmayın. Hep çocuk kalmak isterim sonra. Her istediğimi elde edemeyeceğimi biliyorum. Ancak siz verdikçe almadan edemiyorum. Bana yerli yersiz söz de vermeyin. Sözünüzü tutmayınca sizlere güvenim azalıyor. Bana kesin ve kararlı davranmaktan çekinmeyin. Yoldan saptığımı görünce beni sınırlayın. Koyduğunuz kurallar ve yasakların hepsini beğendiğimi söyleyemem. Ancak, hiç kısıtlanmayınca ne yapacağımı şaşırıyorum. Tutarsız davrandığınızı görünce hem bocalıyor, hem de bundan yararlanmadan edemiyorum.

Öğütlerinizden çok davranışlarınızdan etkilendiğimi unutmayın. Beni eğitirken ara sıra yanlışlar yapabilirsiniz. bunları çabuk unuturum. Ancak birbirinize saygı ve sevginizin azaldığını görmek beni yaralar ve sürekli tedirgin eder.

Çok konuşup çok bağırmayın. Yüksek sesle söylenenleri pek duymam. Yumuşak ve kesin sözler bende daha iyi iz bırakır. "Ben senin yaşında iken..." diye başlayan söylevleri hep kulak ardına atarım.

Küçük yanılgılarımı büyük suçmuş gibi başıma kakmayın. Bana yanılma payı bırakın. Beni korkutup sindirerek suçluluk duygusu aşılayarak uslandırmaya çalışmayın. Yaramazlıklarım için beni kötü çocukmuşum gibi yargılamayın.

Yanlış davranışım üzerinde durup düzeltin. Ceza vermeden önce beni dinleyin. Suçumu aşmadığı sürece cezama katlanabilirim.

Beni dinleyin. Öğrenmeye en yatkın olduğum anlar, soru sorduğum anlardır. Açıklamalarınız kısa ve özlü olsun. Beni yeteneklerimin üstünde işlere zorlamayın. Ama başarabileceğim işleri yapmamı bekleyin. Bana güvendiğinizi belli edin. Beni destekleyin; hiç değilse çabamı övün. Beni başkalarıyla karşılaştırmayın; umutsuzluğa kapılırım.

Benden yaşımın üstünde olgunluk beklemeyin. Bütün kuralları birden öğretmeye kalkmayın; bana süre tanıyın. Yüzde yüz dürüst davranmadığımı görünce ürkmeyin. Beni köşeye sıkıştırmayın; yalana sığınmak zorunda kalırım. Sizi çok bunaltsam bile soğukkanlılığınızı yitirmeyin.Kızgınlığınızı haklı görebilirim, ama beni aşağılamayın. Hele başkalarının yanında onurumu kırmayın. Unutmayın ki ben de sizi yabancıların önünde güç durumlara düşürebilirim.

Bana haksızlık ettiğinizi anlayınca açıklamaktan çekinmeyin. Özür dileyişiniz size olan sevgimi azaltmaz; tersine beni size daha çok yaklaştırır. Aslında ben sizleri olduğunuzdan daha iyi görüyorum. Bana kendinizi yanılmaz ve erişilmez göstermeye çabalamayın. Yanıldığınızı görünce üzüntüm büyük olur.

Biliyorum ara sıra sizi üzüyor, belki de düş kırıklığına uğratıyorum. Bana verdikleriniz yanında benden istediklerinizin de çok olmadığını da biliyorum. Yukarıda sıraladığım istekler size çok geldiyse bir çoğundan vazgeçebilirim; yeter ki beni ben olarak seveceğinize olan inancım sarsılmasın.

Benden "Örnek çocuk" olmamı istemezseniz ben de sizden örnek ana-baba olmanızı beklemem. Sevecen ve anlayışlı olmanız yeter.

Sizin çocuğunuz olarak doğmak elimde değildi. Ama seçme hakkım olsaydı, sizden başka kimsenin çocuğu olmak istemezdim.

Sevgiler   Çocuğunuz
 

SARTEBUS İLE KİM'İN HİKÂYESİ

Bu antik çağlardan kalma, yaşlı bir adamla, çocuğun hikayesidir. Yaşlı adamın adı Sartebus, çocuğunki ise Kim'di..
Kim, yalnız yaşayan, yiyecek ve başını örtecek bir çatıdan çok, bir nedene cevap arayan, köyden köye dolaşan bir yetimdi.
"Neden" diye merak ederdi; "Neden herşey bu kadar zor? Biz kendimiz mi zorlaştırıyoruz, yoksa mücadele etmemiz gerektiği için mi zor?"..

Bunlar, Kim kadar genç bir çocuk için bilgece düşüncelerdi..

Birgün, aynı yolda seyahat eden yaşlı bir adamla tanıştı.

Yaşlı adam, oldukça ağır görünen, üzeri örtülü, büyük bir sepet taşıyordu.

Yol kenarında mola verdiklerinde, yaşlı adam yorgun bir halde sepetini yere koydu.

Kim'e, sanki "Yaşlı adam varını-yoğunu bu sepette taşıyormuş" gibi geldi.

"Sepetin içinde onu bu kadar ağır yapan ne var?" diye sordu Kim, Sarbetus'a.. "Onu senin için taşımak beni mutlu edecektir. Ne de olsa sana göre çok genç ve güçlüyüm!"

"O senin, benim yerime taşıyabileceğin birşey değil" diye yanıtladı yaşlı adam. "Bu kendi başıma taşımam gereken birşey.."

Ve ekledi..

"Bir gün, sen de kendi yolunda yürüyeceksin ve benimki kadar ağır bir sepet taşıyacaksın.."

Günlerce ve kilometrelerce birlikte yürüdüler ve Kim, Sarbetus'a "İnsanların neden bunca ağırlık taşıyarak kendilerine eziyet ettiklerini" durmadan sordu. Ama ne yanıt alabildi, ne de yaşlı adamın taşıdığı sepetin içindeki ağır yükün ne olduğunu..

Sonunda birgün Sartebus, artık daha fazla yürüyemeyeceğini söyledi ve son kez dinlenmek için uzandı..

"Gel bakalım Kim" dedi.. "Sepetin sırrını öğren.. Bak bakalım neden insanlar kendi kendilerine eziyet ediyorlar.."

"Bu sepette" dedi Sartebus, "Kendim hakkında inandığım ama gerçek olmayan şeyler var. Onlar, yolculuğum boyunca ağırlık yapan taşlardı."

Derin bir nefes aldı..

"Şüphelerim çakıltaşı, tereddütlerim kum taneleri, yanılgılarım yol boyunca topladığım kilometre taşları oldular, bu sandığı durmadan dolduran ve gittikçe ağırlaştıran.. Onları hep sırtımda taşıdım..

Bunlar olmasa çok daha ilerilere gidebilirdim. Hayalimde canlandırdığım insan olabilirdim. Ama bu ağırlık hızımı kesti benim.. Yolun sonunda, işte gördüğüm gibi bu ağır yükümle başbaşayım.. Hayallerime ulaşamadan.."

Ve sepeti kendisine bağlayan ipleri bile çözemeden, yaşlı adam gözlerini kapadı, son uykusuna daldı..

Kim, sepeti Sarbetus'un sırtından çözdü ve içini merakla açtı..

Sepetin içi boştu!..

Ve o anda sorularının yanıtını anlar gibi oldu:

Çoğumuz, Sartebus gibi, sırtımızdaki bir sepette korkularımızı ve kendi çizdiğimiz sınırlarımızı taşıyarak yaşadığımız için, gerçekleştiremediğimiz hayallerimizle birlikte gömülüyoruz.
 

SUCU

   Hindistan'da bir sucu, boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. Sağlam olan kova her seferinde ırmaktan patronun evine ulaşan uzun yolu dolu olarak tamamlarken, çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını eve ulaştırabilirmiş. Bu durum iki yıl boyunca her gün böyle devam etmiş. Sucu her seferinde patronunun evine sadece 1,5 kova su götürebilmiş. Sağlam kova başarısından
gurur duyarken, zavallı çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine getiriyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş.
   Iki yılın sonunda birgün, çatlak kova ırmağın kıyısında sucuya seslenmiş. "Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum."
"Neden ?" diye sormuş sucu. "Niye utanç duyuyorsun ?"
Kova cevap vermiş. "Çünkü iki yıldır çatlağımdan su sızdığı için taşıma görevimin sadece yarısını yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı sen bu kadar çalışmana rağmen, emeklerinin tam karşılığını
alamıyorsun."
Sucu şöyle demiş. "Patronun evine dönerken yolun kenarındaki
çiçekleri farketmeni istiyorum." Gerçekten de tepeyi tırmanırken
çatlak kova patikanın bir yanındaki yabani çiçekleri ısıtan güneşi görmüş. Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını kaybettiği için kendini kötü hissetmiş ve yine sucudan özür dilemiş. Sucu kovaya sormuş. "Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu ve diğer kovanın tarafında hiç çiçek olmadığını
farkettin mi ?
Bunun sebebi, benim senin kusurunu bilmem ve ondan
yararlanmamdır. Yolun senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün ırmaktan dönerken sen onları suladın. Iki yıldır ben bu güzel çiçekleri toplayıp onlarla patronumun masasını süsledim. Sen böyle sulamasaydın, o evinde bu güzellikleri yaşayamayacaktı."

Hepimizin kendimize özgü kusurları vardır. Hepimiz aslında birer çatlak kovalarız. Tanrı'nın büyük planında hiçbir şey ziyan edilmez. Kusurlarınızdan korkmayın. Onları sahiplenin. Kusurlarınızda
gerçek gücünüzü bulduğunuzu bilirseniz eğer, siz de güzelliklere sebep olabilirsiniz.

SULTAN MURAD

Sultan Murad Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler
söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü
deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar: - Hayrola efendim,
canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah?..
- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördügü
rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı
adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır.
Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam
o
sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar;
- Kimdir bu?
Ahali:
- Aman hocam hiç bulaşma, derler.Ayyaşın meyhusun biri işte!..
- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz... Bir başkası lafa
girer;
- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısı'nda
çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa
harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın
varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
- İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören
olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili
kıyafet mollalar kalırlar mı ortada!..
Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :
- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz gidemeyiz,
şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim, nasıl kaldırırız?
- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini,
telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden...
- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama
Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim... Ve gelirler camiye. Vezir sağa
sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur
ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir
sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı
bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama,
vezirin de keza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına
yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir
sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
- Nasıl yani?..
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi.Kim bilir
belki hanımı vardır, belki yetimleri?..
- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya
koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir
kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe
çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama
gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar
hayal dünyasından...
- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir... Bizim efendi bir
âlemdi, vesselam... Aktamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap
şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra
getirip dökerdi helaya!..
- Niye?
- Ümmeti Muhammed içmesin diye...
- Hayret...
- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin
zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O
çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal. Hücceti
islam okurdum...
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi.
Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi
görmeli...
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- işte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya... Hatta bir gün; Bakasın
efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan
cenazen kalacak ortada...
- Doğru, öyle ya?...
- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben
üsteledim. iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra;
- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?
 

İÇTEN VERİLEN ARMAĞANLAR

İçinde yaşadığımız bu koşuşturmacada, yürekten kopan bir armağan vermek yerine, kredi kartıyla bir şeyler alıvermek çok daha kolaydır.
Yürekten verilen bir armağan ise, özellikle Noel zamanında çok önem kazanır.
Bundan birkaç yıl önce, çocuklarımı o yıl yaşayacağımız Noel’in daha öncekilere göre daha mütevazi geçeceğini söyleyerek hazırlamak istedim. Bana verdikleri yanıt, “Tamam, anne, bunu daha önce de duyduk!” oldu. Bana olan güvenlerini yitirmişlerdi, çünkü bir yıl önce boşanmak üzereydim ve onlara aynı şeyleri söylemiştim. Fakat, alışverişe çıkınca kredi kartlarımı sonuna kadar kullanıp, tüm istediklerini almıştım. Noel çoraplarının içini şekerleme ile dolduracak para bile bulmuştum. Bu yıl her şey çok daha farklı olacaktı, ama bana inanmıyorlardı artık.

Noel’den bir hafta önce, kendi kendime “Bu Noel’de çok özel bir şey yapmalıyım, ama ne?” diye sormaya başladım. Boşanmadan önce yaşadığımız bütün evlerin iç dekorasyonunu ben kendim yapmıştım. Duvarları kağıtla kaplamayı, yerlere ahşap ya da seramik döşemeyi, yatak çarşaflarından perde dikmeyi ve pek çok şeyi yapmayı öğrenmiştim. Fakat, kiracı olduğum bu evde bu tür işleri yapacak ne zamanım, ne de param vardı. Üstelik, kırmızı ve portakal rengi halıları ve turkuaz ve yeşil duvarları olan bu çirkin yeri hiç sevmiyordum. Bu eve para dökmek de istemiyordum. İçimden bir ses, incinmiş gururumun sesi bana, “Bu evde çok uzun yaşamak zorunda kalmayacaksınız.” Diyordu.

Yatak odasını hep özel bir yer haline getirmeye çalışan kızım Lisa’nın dışında, evin durumu kimsenin umurunda değildi.
Yeteneklerimi ortaya dökmemin zamanı gelmişti. Eski kocamı aradım ve ondan Lisa’ya özel bir yatak örtüsü almasını istedim. Daha sonra da yatak örtüsüne uyacak çarşaflar satın aldım.
Noel gecesi, 15 dolara bir galon boya ve o güne kadar gördüğüm en güzel kartları aldım. Amacım çok basitti: Noel sabahına kadar duvarları boyayacak, dikiş dikecek ve çalışacaktım. Böylelikle ne kendim, ne de ailem için üzülmeme gerek kalmayacaktı.
O gece, çocukların her birine üçer tane kart ve zarf verdim. Her sayfanın üzerinde şunlar yazılıydı: “Kızkardeşim Mia’nın en çok ....... seviyorum”, “Erkek kardeşim Kris’in en çok ....... seviyorum”, “Kızkardeşim Lisa’nın en çok ....... seviyorum.” Çocuklarım 16, 14 ve 8 yaşındaydılar ve her birini, birbirlerinin en azından bir özelliklerini sevdikleri konusunda ikna etmem biraz zaman aldı. Her biri gizlice kardeşlerinin kartlarını yazarken, ben de odama gidip satın aldığım armağanları paketlemeye başladım.

Mutfağa döndüğümde, çocuklar kartlarını yazmayı bitirmişlerdi. Her birinin isimleri zarfların üzerinde yazılıydı. Birbirimize sarılıp, öpüştükten sonra iyi geceler diledik ve çocuklar yattılar. Lisa’nın o gece benim odamda uyumasına izin vermiştim, Noel sabahına kadar odadan dışarı çıkmaması koşuluyla.
Hemen işe koyuldum. Sabaha doğru, perdeleri dikmiş, duvarları boyamış, şaheserimi seyrediyordum. O anda aklıma bir şey geldi. Yatak çarşaflarına uyum sağlayacak bir gökkuşağı ve bulutlar yapacaktım duvara. Hemen makyaj fırçalarımı ve süngerlerimi aldım ve sabah 5:00’te bitirdim işimi. O kadar yorgundum ki, hiçbir şey düşünmeden odama gittim ve Lisa’yı yatağın ortasında uyur buldum. Lisa’nın kolları, bacakları üzerimde uyuyamayacağıma karar verdim ve onu kucağıma alıp, sessizce odasına taşıdım. Tam yatağına yatırırken, “Anneciğim, sabah oldu mu?” dedi.
“Hayır, canım” dedim, “Noel Baba gelene kadar kapat gözlerini ve uyu.”
Sabah kulağımın dibinde neşeli bir fısıltıyla açtım gözlerimi. “Anneciğim, çok güzel!”
Sonra, hepimiz kalktık, Noel ağacının çevresinde toplandık ve armağanlarımızı açmaya başladık. Daha sonra çocuklar birbirlerine zarflarını verdiler. Gözlerimiz yaşlı, burunlarımız ağlamaktan kızarmış bir halde kartları okuduk birbirimize. Sonra da, “ailenin bebeği” 8 yaşındaki Erik için yazılan kartları okumaya başladık. Ağabeyi şunları yazmıştı: “Erkek kardeşim Erik’in en çok hiçbir şeyden korkmamasını seviyorum.” Mia ise, “Erkek kardeşim Erik’in en çok herkesle rahat konuşmasını seviyorum.” Yazmıştı. Lisa şunları yazmıştı: “Erkek kardeşim Erik’in en çok en yüksek ağaca tırmanabilmesini seviyorum.”

O sırada birisi geceliğimin kolunu çekiştirdi, minicik bir el kulağıma uzandı ve şunları fısıldadı: “Anneciğim, beni sevdiklerini bilmiyordum!”
En kötü zamanlarda bile, yaratıcı olmak işe yaramıştır. Artık maddi olarak kendi ayaklarımın üzerinde durabiliyorum ve şimdi Noel’lerimiz yeterince “büyük” ve bol armağanlı oluyor... ama bize en mutlu Noel’imizin hangisi olduğunu sorsanız, hepimiz o noel’i anımsarız.
Sheryl Nicholson
 

HİNDLİ BİR YAŞLI USTA

Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli herşeyden şikayet etmesinden
bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi.

Hayatındaki herşeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç
tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın
söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.

"Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle "acı" diye cevap verdi.

Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az
ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle
atıp, gölden su içmesini söyledi.

Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı
soruyu sordu:
"Tadı nasıl?"
"Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak.
"Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam, "hayır" diye cevapladı çırağı.
Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına
oturdu ve şöyle dedi:
"Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı
hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır.
Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili
hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl
olmaya çalış."

ELMA AĞACI

Yasli çoban sürüsünü otlatmak için yaylaya çiktiginda tepeye yakin bir elma
agacinin altinda dinlenir ve eger mevsimiyse, onunla konusarak: "Hadi bakalim evladim, derdi. Bu ihtiyarin elmasini ver artik". Ve bir elma düserdi, en güzelinden, en olgunundan. Yasli adam sedef kakmali çakisini çikartarak onu dilimlere ayirir ve küçük bir tas yogurtla birlikte ekmegine katik ettikten sonra, babasindan kalan Kur'an'ini okumaya koyulurdu.
Çoban, bu agaci yirmi yil kadar önce diktiginde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir gügüme doldurdugu abdest suyundan geriye kalani kullanirdi. Elma agacinin kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmus ve kisa sürede serpilip meyve vermeye baslamisti.
Çoban o zamanlar henüz genç sayildigindan söyle bir uzandi mi en güzel elmayi şıp diye koparirdi.Fakat aradan geçen bunca yil içinde beli bükülüp boyu kisalmis, agacinkiyse bir çinar gibi büyüyüp göklere yükselmisti. Ama boyu ne olursa olsun, agaç yine de yavrusu degil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle oksarken :
"Ver yavrum, derdi, gönder bakalim bu günkü kismetimi." Ve bir elma düserdi
hiç nazlanmadan, yillar boyu hiçbir gün aksamadan. Köylüler, uzaktan uzaga gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatip yasli çobanin veli bir zât oldugunu söylerlerdi.Yasli adam, agacin altinda dinlenip namazini kildigi bir gün, yine elmasini istedi. Ancak dallar dolu olmasina ragmen nedense
birsey düsmemisti.
Sonra bir daha, bir daha tekrarladi istegini. Bekledigi
sey bir türlü gelmiyordu.Gözyaslari, yeni dogmus kuzularin tüylerini andiran
beyaz sakalini islatirken, agacin altindan uzaklasip koyunlarin arasina atti kendini.Yavrusu, meyve verdigi günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. Ihtiyar çobanin beli her zamankinden fazla bükülmüs, güçsüz bacaklari da vücudunu tasiyamaz olmustu.
Hayvanlarini usulca toplayip köye dogru yöneldiginde,asagidaki caminin her zamankinde daha nurlu minarelerinden yankilanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden dogmustu sanki çoban. Birsey hatirlamisti.Çocuklar gibi sevinerek agacin yanina kostu ve ona sefkatle sarilirken : "Canim" dedi, hiçkirip aglayarak.
"Benim güzel evladim, mis kokulum. Su unutkan ihtiyari üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazan'in ilk günü oldugunu ?"
 

MAKYAJ BAĞIMLISI KADINLAR

Selahattin Duman (e-posta:sduman@sabah.com.tr )
Makyaj bağımlısı kadınlara uyarı..

Yazarın cinsiyetine bakıp, yanılmayın.. Bu yazının "kadın erkek eşitliği" çekişmesinde avantaj sağlama gibi bir amacı yoktur.. Amacımız "kozmetikçilerin kucağına" düşen kadınları normal hayata kazandırmaktır..
Kadın milletinin "yumuşak karnı" güzellik konusu.. Bir kadın istediği kadar eğitimli, iş dünyasında tecrübe sahibi, görmüş geçirmiş olsun.. Güzellik söz konusu olduğu zaman kontrolden çıkıyor..

En olmadık düşüncelerin peşine takılıyor..

Bunu da en iyi kadınlar bildiği için "hemcinslerini" bu noktadan vuruyorlar.. Kadın milletini "güzelleşme gayretiyle" birbirine düşürenler de kozmetik üreticileri..

"Çirkin kadın yoktur, güzel olmasını bilmeyen kadın vardır" sloganı ile bu işlere başladılar..

Kadın başına üç beş ton krem sattıkları halde gözleri bir türlü doymadı. Artık parfümeri mağazalarındaki satışla tatmin olmuyorlar. Şimdi de kadınları, icat ettikleri yeni bir sistemle cüzdanından vuruyorlar..

Erkek milleti bu işe çok direndi.. "Güzellik Allah vergisidir.. Sivilceler ise KDV'si.." diye karşı koydularsa da kozmetikçilerle başa çıkamadılar.. Çünkü bu sonsuz mücadelede "en yakınım" diye bildikleri kadınlar "işbirlikçi" çıktı..

Taşrada mukim bir okurumun "imdat isteyen" mektubunu okumasam bu mevzuya hiç girmezdim.. Ama okurum "Kozmetikçiler kapımıza dayandı. Karar veremiyoruz, sizden yardım istiyoruz. Ne yapalım? Satın alalım mı?" diye yazınca bu kamu hizmetini yapmak durumunda kaldım..

Okurumun, mektupla anlattığı olayın özeti şöyle:

Hafta sonu bir evde kadın kadına oturup, sohbet ediyorlar.. Kapı çalınıyor.. Ev sahibi açtığında karşısında bir kadın satıcı görüyor.. Kadının elinde kocaman bir çanta.. İçinde broşürler, çeşitli kozmetik ürünler..

Evde kalabalık bir kadın topluluğu görünce "keklik yuvası bulmuş" avcı gibi zevkten dört köşe oluyor..

Başlıyor çantasındaki ürünleri tanıtıp marifetlerini anlatmaya.. O çantada neler yok ki..

Temizleyici, tonik, nemlendirici, nem koruyucu, besleyici kremler. Üstelik gece beslenmesi için ayrı, gündüz için ayrı.. Ağızdan beslenme yetmiyor.. İlle de sıvama yoluyla olacak..

Bunları kullanmak yetmiyor.. Kullandıktan sonra arındırıcıları da var.. Aylık arındırıcı, haftalık ve günlük olmak üzere ayrı ayrı..

Güzellik kremleri ayrıca kendi içinde "organlara göre" dağılıyor.. Göz kapağı için ayrı göz altı için ayrı.. Boyun ve göğüs için farklı..

Selülitleri yok eden, elleri yumuşak tutan, vücudu incelten, tırnak diplerini yumuşatan, tırnağın üstünü bile besleyen kremler cabası..

Pudrasını, rujunu, ojesini, makyaj malzemesini saymıyorum..

Bunları kadınlara pazarlamak isteyen satıcı olayı teorik olarak da sisteme oturtmuş.. "Hepiniz güzelsiniz.." diyor ve ekliyor: "Ama bunları kullanarak daha da güzel olursunuz.. Bakın şekildeki gibi.."

Bu cilayı attıktan sonra aynı kadına ait iki farklı resim gösteriyor.. Birinci resim fotoğraftaki kadının söz konusu kozmetikleri kullanmadan önce çekilmiş resmi, ikincisi de kullandıktan sonra çekilmişi..
Aradaki farkı görüp de teslim olmayacak kadın yok, tabii..
Kadınlar devrede..
Bu malların satın alınması kullanılması bahsine yine döneceğim.. Sistemin diğer bir özelliğinden söz edeyim.. Anladığıma, yakın çevremdeki hanımlardan dinlediğime göre "kadınlara özel" bir de satış sistemi kurmuşlar.

Kadınları ilan marifetiyle toplayıp "Alın size hazır iş, para kazanın" diyorlar.. Tarif ettikleri iş de "kozmetik ürünlerin satışı" oluyor..

Bu işle ilgilenen ev hanımlarına "satacakları malları" gönderdikten başka, üyelik formları da yolluyorlar.. O formu doldurup istenen aidatı ödeyenler güzellik kulübüne üye sayılıyor. O kozmetik ürünlerini indirimle alabiliyorlar..

Bu satışı yapan ve ekstradan üye kaydeden hanımlara da "çabaları karşılığı" bir pirim tahakkuk ettiriyorlar. Pirim belli bir miktarı geçerse; parayı gösterdikleri banka hesabına yatırılıyor..

Ne var ki öngörülen barajı ancak, bu işlere dalan yüz hanımdan bir ikisi geçebiliyor.. Çünkü ortada alıcıdan çok satıcı var..

Kurulan sistem "saadet mektubu" gibi yayılmış durumda.. Bir misafirlikte karşılaşan iki arkadaşın birbirini aynı kulübe üye yapmak ve aynı malları satmak için çene yarıştırmaları sık rastlanan bir olay..

Anladığıma göre bu günlerde; her beş ev hanımından dördü, bir diğerini "kozmetik ürünü satmak için" ikna etmekle uğraşıyor..
Olaya sadece ticari açıdan bakmazsanız başka yararları da var.. Örneğin kilo problemi olup da kafasına takan hanımlar için..

Sabah kalktınız diyelim.. Başladınız elinizdeki kremleri kullanmaya.. Göz kapağından ayağınıza kadar, vücudun her bölgesi için ayrı ayrı kremler sürdünüz..

Ayrıca evdeki salatalık gibi zerzevatlardan da maske yaptınız.. Hemen baskülün üzerine çıkıp tartılın.. Göstergedeki kiloyu bir tarafa kaydedin.. Gece yatarken bu krem tabakasının temizlenmesi gerekecek herhalde..

Aksi taktirde kocanız kendisini, Kırkpınar'da yağlanmadan er meydanına çıkmış pehlivan gibi hisseder..

Bir de temizlendikten sonra tartılın. Tartıdaki farkı gördüğünüz zaman kendinizi "zayıflamış" hissedecek, moral kazanacaksınız..
Bu tür kozmetik malzemeyi; kocanızla aranızda geçecek tartışmalarda, kızılderililerin yaptığı gibi savaş boyası olarak da kullanabilirsiniz..
Geriye kala kala bir tek işin maddi tarafı kalır..
Güzelleştirici kremlere avuç dolusu para verdikten sonra "neden hiçbir şeyin değişmediğini" açıklamak, ev hanımının becerisine kalmış bir şey.. Ama bir de ay sonunun neden gelmediği soruşturması var ki, iş buraya geldiğinde "suçu enflasyona" atın..
Eğer yine de kocanızı ikna etmeyi başaramamışsanız, elinizin altındaki malzemeyi "yüz kamuflajı" için kullanabilirsiniz..
Bilmem anlatabildim mi?
 

ÇOCUKLU YAŞAM

ÇOCUKLU YAŞAM DÜŞÜNEN ARKADAŞLARA.
İŞTE ÇOCUKLU YAŞAMA ALIŞMANIN EN İYİ YOLLARI:KÖŞE BAŞINDAKİ SÜPERMARKETE GİDİN.HİÇ BİR ŞEY ALMADAN
CEBİNİZDEKİ BÜTÜN PARAYI KASİYERE VERİN.DAHA SONRA YANDAKİ ECZANEYE GİDİN.KREDİ KARTINIZLA İLAÇ
ALIN.AKŞAM SAAT 07 İLE 22 ARASINDA ELİNİZDE 4 kg AĞIRLIKLA EV İÇİNDE SÜREKLİ DOLAŞIN.SAAT 22 DE AĞIRLIĞI
YATAĞA BIRAKIN,SAATİ 24 e KURUN VE YATIN.TAM 24 te KALKIN.4 kg AĞIRLIĞI ALIN VE SAAT 01e KADAR EVİN İÇİNDE
DOLAŞIN.AĞIRLIĞI TEKRAR YATAĞIN ÜZERİNE KOYUN,SAATİ 03e KURUN VE TEKRAR YATIN.UYUYAMAYACAĞINIZ İÇİN
TEKRAR KALKIN VE BU KEZ AĞIRLIKSIZ YÜRÜYÜN.SAAT 02,45 TE KENDİNİZDEN GEÇİN VE KOLTUKTA UYUKLAYIN.

SAAT 03 te ÇALAN ALARM İLE FIRLAYIN.15 dk LIK UYKU SERSEMLİĞİ İLE TEKRAR AĞIRLIĞI ELİNİZE ALIN,YÜKSEK
SESLE ŞARKI SÖYLEYEREK 04e KADAR DOLANIN.SAATİ 05e KURUP TEKRAR YATIN.GÜLERYÜZLÜ OLMAYA ÇALIŞIN.
KAHVALTIYI HAZIRLAYIN VE BU İŞLEMLERİ 5 YIL BOYUNCA SÜRDÜRÜN.EVE BİR AHTAPOT GETİRİN.5 YIL BOYUNCA
ONU DÜZENLİ BİR ŞEKİLDE GİYDİRMEYE ÇALIŞIN.

AYRICA AHTAPOTU BİR ÇUVALA KOYUP BİR KOLU DAHİ DIŞARIDA
KALMAYACAK ŞEKİLDE GİYDİRMENİN PROVASINI YAPIN.BU PROVA SONUNDA ÇOCUĞUNUZU MİNİMUM HASARLA GİY
DİRMESİNİ ÖĞRENECEKSİNİZ.BİR KAVUN SATIN ALIN.KAVUNUN BİR BÖLÜMÜNE KÜÇÜCÜK BİR DELİK AÇIN.KAVUNU
UZUNCA BİR İPLE DUVARDAN AŞAĞIYA ASIN,SALLAYIN.SICAK SU ALIN.SALLANAN KAVUNUN DELİĞİNE BİR DAMLA DAHİ
YERE DÜŞMEYECEK ŞEKİLDE SOKMAYA ÇALIŞIN.

BUNU BAŞERDIĞINIZDA 0 MİNİMİNNACIK YAVRUNUZA EN AZ HASARLA
YEMEK YEDİRMEYİ ÖĞRENMİŞ OLACAKSINIZ.AĞZINIZDAN ÇIKAN CÜMLELERİ EN AZ 5 KEZ TEKRARLAYARAK KONUŞMAYA
ÇALIŞIN.BUNU BİR YAŞAM BİÇİMİ HALİNE GETİRİN.DIŞARIYA ÇIKMAK İÇİN GİYİNİN.BANYONUN KAPISI ÖNÜNDE TAM
TAMINA YARIM SAAT BEKLEYİN.AŞAĞIYA İNİN.KAPININ ÖNÜNDE TAM 5 dk BEKLEYİN.

SONRA TEKRAR EVE DÖNÜN.
TEKRAR DIŞARI ÇIKIN.EVİN ÖNÜNDEKİ YOLDA YÜRÜMEYE BAŞLAYIN.ÇOK AMA ÇOK YAVAŞ YÜRÜYÜN.YERDE
GÖRDÜĞÜNÜZ İZMARİT,KİRLİ MENDİL,ÇEKİRDEK VE KARINCALARI DİKKATLE VE UZUN UZUN SEYREDİN.ANİDEN
YETER ARTIK SENDEN ÇEKTİĞİM DİYEREK AVAZINIZ ÇIKTIĞI KADAR BAĞIRIN.EVE GERİ DÖNÜN.BU PROVAYI YAPTIĞINIZ
ZAMAN KÜÇÜK ÇOCUĞUNUZLA YÜRÜYÜŞE ÇIKMAYA HAZIR HALE GELECEKSİNİZ.

SÜPERMARKETE GİDİN VE YANINIZA
ORTA BÜYÜKLÜKTE BİR KEÇİ ALIN.SONRA KEÇİYİ SERBEST BIRAKIN.SONRA DA KEÇİNİN İÇERİDE YIKIP DÖKTÜĞÜ
HER ŞEYİN PARASINI SORGUSUZ SUALSİZ ÖDEYİN.BUNUNLA DA ÇOCUKLA ALIŞVERİŞE HAZIR HALE GELMİŞ
BULUNUYORSUNUZ.EVDEKİ KOLTUKLARIN ÜZERİNE TEREYAĞI SÜRÜN.PERDELERE REÇEL BULAŞTIRIN.MUTFAKTA
PİŞMEKTE OLAN BALIKLARIN BİRİSİNİ ALIN VE MİSAFİR ODASINDA BİR YERE SAKLAYIN.BALIĞIN ODADA KİMSE
TARAFINDAN BULUNMADAN 5 AY KALMASINI SAĞLAYIN.EVDEKİ YENİ SULANMIŞ ÇİÇEKLERE ELİNİZİ SOKUN.ALDIĞINIZ
ÇAMURLARLA TEMİZ DUVARLAR ÜZERİNDE FİGÜRLER YARATMAYA ÇALIŞIN.EVET ARTIK EV DE ÇOCUK İÇİN PROVALI
HALE GELDİ.
TAMAM MI?,TAMAMSA,BÜTÜN BUNLARI YAPTIYSANIZ,ARTIK ÇOCUKLU YAŞAMA HAZIRSINIZ.
 

GALİP DOĞANLAR MAĞLUP DOĞANLAR

"İnsanlar üçe ayrılır.. Sayı saymayı bilenler ve bilmeyenler" diye Sevdiğim laflar yazmıştım yıllar önce.. Ertesi gün fakslar gelmişti, "Üçüncü türü yazmayı unutmuşsun" diye de, çok gülmüştüm.. Bakın gene yazmıyorum.. Çünkü insanlar üçe değil, ikiye ayrılır..

"İnsanlar ikiye ayrılır.. İnsanları ikiye ayıranlar ve ayırmayanlar.."

Ben birinci guruptanım. Bu yüzden, bu yazıda insanları ikiye ayırıyorum..

Galip doğanlar.. Mağlup doğanlar.. Aslında bu ayrım bana değil, Amerikalılara ait ya.. Born winner.. Born looser derler onlar..

Başarı, galip doğanlara aittir.. Bunlar hiç engel, özür tanımazlar.. Karşılarına çıkan, zorluklar, imkansızlıklar, onlar için başarılarının, zaferlerinin değerinin artmasıdır. Hoşlanırlar hatta, koşulların zorlanmasından..

"Ya bir yol bulacağız, ya bir yol açacağız" diyen Kartacalı Anibal, galip doğanlardandır.

Memleketin bütün kalelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış, her köşesi emsalsiz bir galibiyetin sahipleri tarafından bilfiil işgal edilmiş, millet fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş, daha da beteri, memleket dahilinde iktidara sahip olanlar, gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde, kendi menfaatleri için işgalcilerle işbirliği yapmışken, Kurtuluş Savaşına karar veren, başlayan ve zaferle sonuçlandıran Mustafa Kemal Atatürk, galip doğanlardandır.
Moralimin en bozuk olduğu anlarda, Gençliğe Hitab'ı hatırlarım.. Ortaokul ezberi diye değil, her satırını düşünüp sindirerek..
Galip doğanlar için, imkansız yoktur. Çare tükenmez..
Öte yanda mağlup doğanlar, tüm miskinlikleri içinde, adeta bir engel çıksa, bir özür sahibi olsak da, yapmasak diye beklerler. Zekaları sadece mazeret üretir. Sadece şikayet eder, sadece ağlar ve sadece birilerinin gelip kendilerini kurtarmasını beklerler.. "Tembele iş buyur, sana akıl öğretsin" tam bunların lafıdır..
Tamam mı?..
Değil..
Lafa bakıp sakın ola kimse "Ben böyle doğmuşum" kaderciliğine düşmesin.. Ben inançlı bir insanım.. Kadere inanırım.. Ama kader sadece "Ölüm"dedir.. Onun ötesinde Tanrı insana kendi kaderini değiştirmesi için tüm yetenekleri vermiştir..
Boyun eğmez, baş kaldırırsanız, mağlup doğanlardan olsanız bile, galip doğanlar sınıfına atlayabilirsiniz..
Galipler sınıfına geçmenin yolu, yenmektir.. Boyun eğmemek, yenilgiyi kabullenmemektir.. Kazanmak için, kazanana kadar, tekrar tekrar denemek, uğraşmaktır..
Mağlup doğan birisi, nasıl galip doğana dönüşebilir?..
İşte bunun sırrı..
Önce kendi kendisini yenmeye başlayarak..
İlk zaferlerinizi kendinize karşı kazanmaya başlarsanız eğer, kısa zamanda galip doğanlar safında yerinizi alırsınız..
Kendine karşı zafer ne demek..
Kendinize yönelik akılcı kararlar almak ve uygulamak..
Bana "Bu kadar işi bir güne nasıl sığdırıyorsun" derler.. Her sabah, ama her sabah, gece kaçta yatarsanız yatın, 7.30'da kalkmaya alıştırırsanız kendinizi, bir günün sandığınızdan fazla uzun olduğunu görürsünüz.. Merak etmeyin, geç yattığınız geceler eksik kalan uykularınız birbirlerine eklenmez. Tüm bir haftanın uykusuzluğunu mesela gidermek için bir tek gece 7 saat uyku yeterlidir. Vücut hemen sıfırlar kendisini..

Şimdi bakın.. Ertesi gün için program yapıp mesela "Yarın sekizde kalkacağım" diyor, ama sabah sekizde, saatin çalan sesini duyunca, kendinizce çok inandırıcı sebeblerle gece yaptığınız programdan vazgeçip, uykuya teslim oluyorsanız, bilin ki, tipik bir mağlup doğansınız.. O gün belki keyifle uykuyu sürdüreceksiniz.. Ama giderek beyniniz bilinçaltınıza haber yollayacak.. "Sen kararlarını uygulayamayan birisin. Sen iradene hakim değilsin. Sen günün koşuları önünde eğilip bükülüyor ve dik duramıyorsun.."
Bitti..
"Sigarayı bırakıyorum" diyorsunuz, bırakamıyorsunuz.. "Yemeği azaltıyorum" diyor, azaltamıyorsunuz.. "Hergün yarım saat yürüyeceğim" diyor, hergün yürümemek için bir özür buluyorsunuz.. Aldığınız kendinize yönelik her kararı erteliyorsunuz.. Durmadan erteliyorsunuz..
İşte tipik bir mağlup doğansınız ve hep öyle kalacaksınız..
Size bir kopya vereyim..
Kendinizi tartın.. Tanıyın ve yapamayacağınız kararlar vermeyin..
"7.30'da kalkacağım" demeyin mesela.. "9.30" deyin.. Uygulayabileceğiniz kararlar alın ki, uygulamaya başladığınızı görüp, kendinize güveninizi arttırmaya başlayın.. Sonra 9.00, sonra 8.30 yapabilirsiniz, bir defada 7.30'a gücünüz yetmeyecekse..
Sigara da öyle..
500 kere "Bıraktım" kararı alıp, 500 defa geri dönerek kendi kendinize her defasında "Ben ne zavallı bir adamım" demek yerine, "Öğleye kadar içmeyeceğim" deyin.. İşte Ramazan ayı.. En koyu tiryakiler bile akşama kadar dayanmıyor mu?.. Öğleye kadar içmemek çok önemli.. Sabah kalktığınızda metabolizma, uykudan harekete doğru dönüşmeye başlar. Bu saatlerde hücrelerinizin en çok ihtiyaç duyduğu şey oksijendir.. Oysa dumanın içindeki karbon monoksit, hemen bir oksijen çalarak karbon dioksit olmak istediğinden, ciğerlerinize çektiğiniz oksijeni de eksiltir.. Bu kirli kent havasında ne oksijen çekiyorsanız zaten.. Hücrelerin en çok oksijen istedikleri saatlerde, bu oksijeni dumana kaptırmak, cinayetin dik alasıdır. Kaç bin hücreniz ölür tahmin edemezsiniz.. Vücut, metabolizma, çarkına oturduktan sonraki duman bu kalkar kalkmaz içeri çekilen kadar tehlikeli değildir yani.. O zaman "Öğleye kadar bıraktım" derseniz, daha kolay başarılı olabilir, bunu başarınca da "Niye tümden bırakmıyorum ki" diyebilirsiniz..
Özet..
Galip doğanlar sınıfına girmek, hayatta başarılı olmak, yükselmek istiyorsanız, ilk zaferlerinizi kendinize karşı kazanmak zorundasınız. Bunun yolu da kendinizi iyi tanımak ve uygulayabileceğiniz kararları alıp, mutlak uygulamaktan geçiyor.. Altından kalkamayacağınızı bildiğiniz, her gün deneyip başarısızlığınızı gördüğünüz planları her defasında yapmak ve her defasında gene başarısız olmak, mağlup doğanlar arasındaki yerinizi perçinlemekten öte yarar sağlamaz..
Karar sizin..
Hıncal Uluç 23.11.2001 Sabah
 

İKİNCİ SAYFA